Kayıtlar

deniz etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Birlesmeyen Parcalar

      Her tarafı denizle çevrili, binlerce kilometrelik kıvrımlı bir yolda gidiyordu. Yolun rastgele yerlerinde, dağlardan yuvarlanmış taşlar gibi sağa sola saçılmış her renkten ve her boyuttan paketler vardı. Aralarından ortalama bir kedi boyunda, kırmızı, beşgen şekilli olanı seçip, içindeki yarı düzgün, yarı özensiz paketlenmiş eşyaları çıkardı. Hepsini çıkarması üç gün sürdü. Neyse ki yol kenarında konaklayabileceği sulak bir yer bulmuştu.        Yola devam edebilmek için tüm eşyalara en azından kalemin kağıtla, küpenin kulakla, pencerenin ışıkla ilişkisine bakar gibi bakması gerekiyordu. Ancak böyle gidebilirse eşyaları bir gün içinde düzgün bir şekilde yeniden paketleyip yolun kenarına koyabilirdi. Yolu çok uzundu. Bazen zifiri karanlıkta geri dönüp, düzgünce yerleştirdiği ve dünyasının neresinde olursa olsun görebileceği, ayırt edici, sihirli bir ışıkla etiketlediği paketi bulur, içinde neler olduğunu, neyin altta neyin üstte, sağ veya sol kenarda olduğunu içine hiç bakmadan hat

Açılmamıs Kanatlar

       Sürekli savrulup duruyoruz, yapraklar gibi. Rüzgar her birimizi aşındırarak, ağaç kabuklarına, deniz dalgalarına, dikenlere çarptırarak savuruyor. Birbirimizin yanına kazara yaklaşıyoruz. Ellerimizin arasında milimetrelik mesafe kalmış. Birbirimize tutunup toprağa köklenebiliriz. İster toprağın derinliklerine karışır, istersek ağaç olmak üzere büyür, savrulan yıpranmış yapraklara boş dallarımızda yer açarız. Oysa rüzgarın uğultusundan başka ses duymuyor, toprağa git gide yaklaşarak düştüğümüz uçurumdan başka bir manzara görmüyoruz.                Hiç irademiz yokmuş gibi, bu dünyaya en ufak bir etki bırakmıyormuşuz gibi savruluyoruz. Dün, bugün, yarın, her gün aynı gün. Her gün serbest düşüşteyiz. Enkaza dönüşmüş yapraklar, rengini kaybetmiş yapraklar, köklenmeden çürümeye yüz tutmuş yapraklar...               Ölüler dünyasında tesadüfen yaşamayı başarmış bir iki yapraktan ibaret gibi görünüyor türümüz. Bir farketsek bizim henüz güneşe açılıp ısıtılmamış kanatlarımız var, o zam

Sonbaharın Tozları

      Sarı ışık. Gün ışığı gibi sarı… Henüz kızıllığa ulaşmamış bir akşamüzerine yakın, öğlen güneşi kadar da parlamayan, koyu sarı. Tepeden sarkan avizenin, içi tozdan siyahlaşmış metalik rengiyle kontrast yapan bir sarı. Avize, içindeki ampulle birlikte bir kilise çanına benziyor. Tavanın beyaz sıvası yer yer açılmış, içinden çimento grisi belirerek sayısız şekil oluşturmuş. Deniz dalgası, ayak izi, kocaman bir balina, sarı benekli bir tavşan, kısa saçlı bir kadın portresi… Bunların hepsini rutubet ve küf yontmuş, bir heykeltıraş gibi. Tavanın boyu üç metre civarında. Sağımda iki metre uzunluğunda, hızarla kesilmiş odun parçaları dizili. Zeytin, ceviz, servi, belki dut ve türünü bilmediğim başka ağaçlar… Önümdeki el yapımı sehpanın üzerinde, içilmiş sigaralarla dolu bir kap ve yarısı dolu çay kupaları bekliyor.         Burası serin, mevsim sonbahar. Burnumda talaş kokusu… Ölmüş, dallarından ayrılmış, paramparça olmuş ağaçların kokusu yine de ormanın derinliklerinde nefes a